Fransızların semiyoloji olarak adlandırdığı göstergebilim, göstergelere getirdiği sistematik yorumlarla anlam kazanıyor
Fransızların semiyoloji olarak adlandırdığı göstergebilim, başta kültürel kodlar olmak üzere birçok sembolün yorumlanması üzerine kurulmuştur. Bu bilim dalı göstergelere getirdiği sistematik yorumlarla anlam kazanıyor. Göstergebilimin temeline oturmuş rakam, harf ve diğer karakter kavramları sonsuz bilgi sağlayabilme özelliğine sahip olmak gibi bir ortak paydaya sahip. Göstergebilim örnekleri vermek istediğimiz zaman karşımıza çıkan unsurlar birçok disiplinin temel taşlarını oluşturuyor. Örneğin harfler sonsuz kelime türetme imkânı sağlıyor. Kelimeler sonsuz cümle türetme imkânı… Rakamlar sayılara, sayılar denklemlere dönüşerek sonsuz döngülere kanat açıyorlar. Kelime türetme olanağının sonucunda diller ve yazınlar oluşuyor. Tıpkı rakamların adeta bir dil olan matematiği oluşturuyor olması gibi.
Yirminci yüzyılın en büyük olaylarından birisi, yüzyıllardır belirli bir temelde ilerleyen makine dillerinin bu sefer yapay bir zeka ile ortaya çıkmış olmasıdır. Çoğu zaman “makineler dünyayı ele geçirecek mi” gibi biraz komik biraz düşündürücü olan bir sorunun sorulduğu bu noktadaki ilk adım John McCarthy tarafından atılmıştır. McCarthy, 1956’da gerçekleştirilen “Dartmouth College Artifical Intelligence” konferansı aracılığıyla ilk defa “yapay zeka” terimini kullanmıştır. İlk yapay zeka laboratuarının da kurucularından birisi olan McCarthy aslında bu çalışmaların adını koyarak yapay zekanın çizgilerini çizmiştir. “Artifical” kelimesinin Cambridge sözlüğündeki karşılığında “insan tarafından yapılan, genellikle doğadan bir şeyin kopyası olan” (made by people, often as a copy of something natural) yazıyor. Bu tanım makine dillerinin şekillendirilmesinde ciddi bir öneme sahip ve yapay zeka nedir sorusunun cevabını da içinde barındırıyor.
Yapay zeka ile çalışan makine dilleri aslında ilk olarak makine davranışlarının kopyalanması ile ortaya çıktı. Çark gibi makine parçaları, kendilerine benzer yapıda olan makinelerin çalışma prensipleri öğretilerek çalıştılar. Bu prensip, II. Dünya Savaşı sırasında Alan Turing’in insan davranışlarını kopyalama çalışmaları ile çok daha farklı bir yola evrildi. Yapay zeka yaklaşık yüz yıldır yüksek teknolojiyi insan davranışlarını kopyalamak suretiyle temin ediyor. Ancak ileri teknoloji açısından bakıldığında bu durum yalnızca yüz yıllık bir konu değil. İlk uçakların kuşların uçma prensiplerine göre yapılması, trenlerin hızlanma prensiplerini hayvan bedenlerinin şekilleri kullanılarak kazanması gibi birçok örnek var. Bu örnekler teknolojinin gelişmesinde doğanın önemini ortaya koyarken aslında teknolojinin en büyük getirisi olan yapay zekanın da çalışma anlayışını anlatıyor. Yapay zekayı doğadan örnek alınarak yapılan diğer teknolojik unsurlardan ayıran şey, “intelligence” yani zeka kısmı.
Günümüzde kullanılan yapay zeka teknolojisinin yapısını açıklayan kişinin bir psikolog olması da işin içinde insan zihninin ne kadar önemli bir rol oynadığını gösteriyor. Psikolog Rosenblatt, yapay zeka için “perseptron” adlı bir tanımın yapılması gerektiğini söylüyor. Bu tanım, insan beyninin çalışma prensipleri örnek alınarak dentritler, çekirdek, akson, miyelin tabaka ve sinaps olmak üzere beş parçada inceleniyor. Rahatlıkla anlaşılacağı gibi son teknolojinin tahtında karmaşık denklemlerin ve yazılım dillerinin perspektifine aldığı “doğa” oturuyor. Aslında insan hayatını en çok etkileyen unsurların daima doğa ile ilgili olduğunu söylemek son derece doğru bir tespit olacaktır. Teknoloji doğayı merkezine koyuyor, tıpkı sanat gibi.
Bugünkü İngiltere’nin ve Büyük Britanya’nın kurulduğu zaman dilimi olan 16. Yüzyılda tarihe damga vuran en önemli isimlerden biri olarak bilinen Francis Bacon yüksek siyasetin dinî ve politik birçok etkiye yol açtığı bir dönemde yazarlık yaptığı için de ayrıca önem arz etmektedir. İngiliz filozof, hukuk ve bilim gibi iki önemli disiplinde, önemli şahsiyetler arasında yer almaktadır. Aynı zamanda bir sanat adamı olan Bacon, yaptığı sanat tanımlaması sayesinde sanatın doğa ile ilişkisini müthiş bir biçimde açıklıyor: “Sanat, doğaya eklenmiş insandır.”
Yapay zeka ve sanatın doğa gibi bir ortak paydada birleştiğini söylemek işten bile değil. Bütün büyük sanat eserleri merkezine insanı, insan düşüncesini ya da doğayı koyuyor; tıpkı yapay zeka gibi. Bu iki kavram da insanlar tarafından icra ediliyor fakat günümüze kadar sanatı etkileyen birçok insanî faktör vardı. Örneğin heykel deyince direkt olarak aklımıza gelen Michelangelo’nun yarım kalmış David-Apollo eseri ya da Gustav Klimt’in geçirdiği inme sebebiyle devamını getiremediği The Bride eseri, Charles Dickens’ın The Mystery of Edwin Drood’u ya da Fitzgerald’ın The Last Tycoon eseri. Bunların hepsi tarihe insanî faktörler yüzünden yarım kalmış eserler olarak geçti. Ancak yapay zeka ne kadar üreticisi tarafından belli bir yorum katılarak üretiliyor olsa da belli algoritma anlayışlarını ve açıklamalarını barındırıyor olması sebebiyle eser sahibi dışında kimseler tarafından da sürdürülebilir özellik taşıyan bir disiplin.
Temeline doğayı alan yapay zeka, göstergebilimin açıklayabildiği sonsuz üretme yeteneğine sahip diller tarafından üretiliyor. İnsan davranışlarını kopyalayarak ilerleyen yapay zeka aslında kendisini meydana getiren unsurları sistematik bir dile çeviriyor. Bu durum yalnızca insan davranışlarıyla sınırlı değil. Hayvanlar ya da trafik ışıkları gibi canlı ya da cansız birçok varlığı öğrendikten sonra ayırt edebilme yeteneğine sahip olan yapay zeka aslında programlanabilmesi adına yürürlüğe koyduğu her unsurda kendine özgü bir dil geliştiriyor. Çünkü bu unsurlar sistematik bazı özelliklere ve belirli karakter kodlarına sahip. Yani göstergebilim tarafından incelenebiliyor. Örneğin yüzlerce trafik lambasının öğretilmesi sonucu öğrenmediği bir varlığın trafik lambası olup olmadığına karar verebiliyor ya da sahip olduğu bilgilerden yola çıkarak yeni bir trafik lambasını resmedebiliyor.
Bu sonuçlar ışığında akıllarda büyük bir soru işareti oluşuyor. Yapay zeka resimlerden, sayılardan ya da kelimelerden oluşan diller türetebiliyorsa bir ya da daha çok sanat dili üretmesi de mümkün olabilir mi? Bugüne dek bina edilmesinde kullanılan kelimeleri ya da sayıları işleme yeteneğine sahip olan yapay zekanın, kendisini meydana getiren unsurlardan biri olan doğanın bugüne dek ürettiği bir başka önemli disiplin olan sanat alanında da işleme performansı göstermesi mümkün olabilir mi?
Yukarıda örnek verilen sanat eserlerinin yanına klasik müzik alanından da birçok ekleme yapılabilirdi. Örneğin hayatının bir dönemini duyma engeli ile geçiren Beethoven’ın 10. Senfonisini ya da Franz Schubert tarafından yaratılmış ancak tamamlamamış olan 8. Senfoniyi konuşabiliriz. Schubert Serenade eseriyle klasik müzik dünyasında büyük bir yer etmiş olsa da bitirilememiş bir eseri mevcuttu. Schubert’ın bitmeyen senfonisinde iki adet bölüm yer alıyordu. Üçüncü ve dördüncü bölümler, bitirilemediği için bu senfoniye “Bitmeyen Senfoni” adı veriliyordu. Ancak bu eser, Şubat 2019’da yapay zeka tarafından bitirildi. Üçüncü ve dördüncü bölümler, yapay zekaya Schubert’ın eserlerinde kullandığı tarz öğretilerek sonuçlandı.
Az da olsa bir kısım sanatseverin reddettiği sanat eserlerinin tamamlanması konusu bir safsata mı, yoksa insanların yaptığı her şeyi yapabilen, vicdan duygusu dahi programlanabilen yapay zekalar sanat eserlerini devam ettirebilir ve hatta yeni baştan yaratabilir mi? Bütün bu soruların cevabını bize zaman gösterecek olsa da “Bitmeyen Senfoni” üzerindeki çalışmanın gayet başarılı olduğu söylenebilir. Bu çalışmalar başarılı oldukları ve kamuoyundan takdir topladıkları nispette, yüzyıllar öncesinde üretilen şeylere dahi müdahale edebilme yeteneği sayesinde muhtemelen yaşadığımız yüzyıla en çok damga vuran gelişme olacaktır.
Teknolojinin dostu ya da düşmanı olmak bir tercih meselesidir fakat teknolojinin varlığı ve yokluğu arasındaki şıklar, tekil ya da çoğul insanî faktörlerin alabileceği kararlara bağlı değildir. Teknolojinin yararları tartışılırken o bir şekilde ilerliyor ve muhtemelen Hawking’in dediği gibi, yapay zeka ya insanlığın başına gelen en iyi şey ya da en kötü şey olacaktır.
Paylaşım için teşekkürler, Nurettin Demiral!